son dakika

14 Mayıs 2009 Perşembe

CANSİMİDİ

Ali Erdal Milletimiz seçimlere öyle bir alâka gösteriyor ki, inkârı mümkün değil... Hele referandumlarda katılım, yüzde yüze yakın... 1974 seçimlerinde Hollanda'dan gelen bir yakınım, sokaklardaki panayır havasına ve kâğıt israfına bakıp, Hollanda'da seçimleri farkına varmayan kesimler olduğunu söylemişti. Seçim propagandalarının düğün havasında geçmesi iyi ve milletin alâkasına uygun ama çadır tiyatrosu haline getirmenin de mânâsı yok. İsrail'de halk sandık başına, neredeyse zorla denecek şekilde götürülebiliyormuş. Bizdeki 'benim oy kullanmadığım seçim, seçim değildir' anlayışı nerde, Amerika'daki 'ben olmasam da olur' vurdumduymazlığı nerde... Yüksek katılıma ve tutkulu alâkaya rağmen, son seçimler de, birkaç kavga dışında olaysız geçti. Propagandalar da öyle. Sayıma ve sonuca itiraz, seçim faaliyeti cümlesinden olduğu için olay sayılmaz. Şu millete bakın... Sabahın erken saatlerinden, son vakitte kuyrukta beklemeye kadar sakin bir şekilde oy kullanıyor... Çok partili hayata geçişten beri çok mesafe katedildi. Bu derin alâka ve olgunluk neden araştırılıp incelenmez; tez, mastır konusu yapılmaz anlayamıyorum... Son seçimlerde oy kullanabilmek için 3 milyon kişi memleket içinde seyahat etmiş. Yurt dışından oy kullanmak için gelenler, bu sayının dışında. Yani kimse para cezası katılımı arttırıyor diyemez. Oy kullanma hakkından mahrum yüze yakın kişi, oy kullanmaya teşebbüs ederken yakalanmış... Seçme yaşının 18'e indirilmesinin nasıl karşılandığını hatırlayın... Dünyada seçime, en fazla ehemmiyet veren millet olduğumuzu söylediğim ve kanaatini sorduğum dergimizin Editörü Kadir Bayrak, göz önünde olduğu halde dikkat etmediğim harika misali söyledi... Oy kullanmak için kimlik numarasının şart olduğu söylenince, nüfus cüzdanını yeniletmek suretiyle kimlik numarasını yazdırmamış olanlar nüfus müdürlüklerinin önünde kuyruk oldu. Nüfus müdürlükleri mesai saatleri dışında da çalıştı ve bu sebeple oy kullanmayan olmadı. İnsanımız, dağ başından büyük şehre kadar he yerde engelleri aşıyor, sıkıntılara katlanıyor ve oyunu kullanıyor. Hem de... Hem de, millî iradenin hakkıyla tecelli etmediğini bildiği halde... “Ne olacak bu memleketin hali” sözü halimizi tespit ve ifşa eden bir darbımesel haline geldiğine göre millî iradenin tecellisi yönünde hiçbir ümit görünmediği halde... Kanunlarla alanı daraltılmış fikirsiz partilere ve onların “genel başkan” sıfatlı ufku dar diktatörlerinin seçtiği dar çapsız adaylara oy vermek mecburiyetine rağmen... İyileri seçmenin bütün imkânları ortadan kaldırıldığı, kötülere her (olanak) sağlandığı halde... İnancına zincir vurmak isteyenlere, medyasından politikacısına milleti sürü gibi gütmek isteyenlere, beceriksiz ve çapsız günübirlik siyasetçilere ve yalakalarına, hainlere, sömürücülere, menfaatçilere, basmakalıp nutuklara, yalanlara, dolanlara, sahtekârlıklara rağmen... Üstelik oyların yüzde onunun çöpe atılacağını bile bile... Ve... Yeri göğü inleten “Her şey sizler için!” nutukları dinlerken, “içinden dere akarken küpünü dolduracaksın demediğin ne malûm” diye düşüne düşüne; “ne olacak bu memleketin hali” diye ağlaya ağlaya; “al birini vur ötekine” diye söylene söylene... Evet, Türk milleti, bütün olumsuz şartlara, ruhunu hiçbir partide göremeyişine, iç ve dış kaynaklı “toplum mühendislerine”, kuvvet odaklarına; kısaca her şeye ve herkese rağmen oyunu kullanıyor... 1946'da bile... O zaman bile ve daha sonra her seçimde, sevgiliye kavuşma heyecanıyla sandığa koştu millet.... Çünkü... Çünkü seçimler; Türk'ün, ruh köküne bağlı olarak yeniden zuhuru için tek yol... Birbiriyle sun'î ve nefsî rekabet içindeki partileri; birbriyle horoz dövüşü yapanları ustaca kullanarak berzahtan çıkmak... Bu inceliği ve basireti, kendisini büyük yapan ruh kökü sayesinde hissediyor ve bu ümitle sandığa koşuyor. İstediğine rey verecek olmanın şevkiyle değil, aradığını bulamayacak olmanın üzüntüsüne rağmen bir ümitle sandığa koşuyor. Engin denizde can simidine sarılıyor. Çok partili hayata geçtiğimiz 1946'da nasıl bir seçim yapılacağı ve sonuç önceden belliydi. “Devlet benim!” diyen CHP, zulmünü açıkça ve peşin peşin ilân etti: “Açık rey, gizli tasnif”... Sen benim gözümün önünde oyunu kullanacaksın, ben sandığı istediğim yerde, istediğim şartlarda açacağım... “Asarım ulan seni!” diye her hücresi tehdit savuran bürokrat ve her an vurmaya hazır jandarma dipçiği altında yapılan bu seçime bile katıldı millet... Halbuki şartlara göre ya öfkeyle isyan etmesi, ya sükûnetle boykot yapması veya korkup emredilen yere oy vermesi beklenirdi. Ama millet, hiçbir şey yokmuş ve sandıktan iradesi hiçbir engele takılmadan çıkacakmış gibi koştu oyunu kullandı... Büyük millet sabretmesini de bilir, coşup taşacağı günü de... 1977'de Bilecik Gölpazarı Keskin köyünden Arif Keskin'den dinlemiştim: Babası 1946 seçimleri yaklaşırken, Gölpazarı'na, “Demikrat Parti”nin kurucuları arasında olmak için gider... Karakol komutanı bunu nezarete atar, bir araba sopadan sonra şöyle der: –Parti kurmak sana mı kaldı? Seni seçimlere kadar içerde tutarım, değil kurucu olmak, oy bile kullanamazsın? Cevap, zorbaları çaresiz bırakacak kadar arifanedir: –Ben gönülden inanıyorsam, Allah beni kuş yapar gönderir, oyumu kullandırır! İnanmıyorsam senin gibileri sebep yapar beni cezalandırır! Millet, 1946'da sandığa gitmeseydi ve sonuca sabretmeseydi, 1950 başarısı kazanılamayacaktı. 1950'de gelen bir kazanç değildi... Mühim olan, seçim sayesinde gidenden kurtulmaktı... Ruh kökünü kurutma teşkilâtından... Bilecik'in ilk gazetecisi rahmetli Sabri Devrim anlattı... 1950'li yıllardan biri... Türkiye'ye Edinburg Dükü gelmiş. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın da bulunduğu heyet, Eskişehir'den Bursa'ya gidecek. Tabiî ki karayolu ile. O zaman Bilecik'in ilçesi Pazarcık'tan (Pazaryeri) geçiyor yol. Dük, bir köy görmek ve köylülerle konuşmak ister. Yol üzerindeki Bahçesultan köyünde dururlar. Köylüler toplanır. Aralarında yaşı 90'a dayanmış bir ihtiyar, bastonunu tutan ellerinin üzerine çenesini dayamış dinliyor. Cumhurbaşkanı Bayar, ona, “Baba, DP geldi de, feraha çıktınız değil mi?” diye sorar. İhtiyar başını kaldırıp sorar: –Mandayı bilirsiniz değil mi? Bu alâkasız soruya şaşkınlıkla evet denince: –Allah her mahlûkun pisliğini bile ayrı yaratmıştır. Peki, manda pisliğinin yere nasıl düştüğünü ve yere nasıl yayıldığını bilir misiniz? Kısa sessizlik üzerine: –Bilemezsiniz... Ben söyleyeyim... Yere tepsi gibi yayılır... Konuşmalar Edinburg Dükü'ne tercüme ediliyor. Herkes tedirgin... Tercüme edilmese çoktan susturacaklar. İhtiyar sakin bir şekilde son sözü söyler: –İşte tepsi gibi yayılan bu pisliğin üzerinden bir kağnı tekeri geçti, yarısı Halk Parti, yarısı Demikrat Parti!.. Evet, ikisi de aynıydı. Arada sadece üslûp farkı vardı. Millet, aynı iki şey arasındaki üslûp farkını gördü, kahramanın gelmesi için değil, ceberutun gitmesi için rey beyan etti ve tek parti diktatörlüğü bir daha gelmemek üzere yıkıldı... Arkasından ezanın aslî şekline kavuşuldu ve mengeneler gevşedi. Her ihtilâl sonrasındaki seçimde millet, aradığını bulamayacağını bilmesine rağmen sandığa koştu ve eşeğini dövemeyen semerini döver misali ihtilâlcilerin yandaşlarını (dolayısıyla ihtilâlcileri) cezalandırdı. Eğer bu basireti göstermeseydi, bugün darbe heveskârı eski generaller ve çete elemanları adalet önüne çıkarılamazdı. Her olayın altından irtica buzağısı çıkaranların, bu işi bizzat yaptığı, tehlikenin irtica değil (yani İslâm değil) İslâm düşmanı çeteler olduğu, seçimlerde milletin bir partiyi tek başına iktidara getirmesiyle ortaya çıktı. Her seçimde millet, ruh kökünün yolunu biraz daha açıyor. Her seçim sonrası pek çok kişi, kurum ve kuruluşu tarihin çöplüğüne gönderiyor. Bu basiret, bir gün bir “fikir ordusu” eliyle zafer bayrağını göndere çekecektir inşallah!..

0 yorum: